"Çoğu zaman çevreye saygılı olduğunu söyleyen ürünlerin bizi, çevre sorunları üzerine daha etraflı düşünmeye ittiği anlatılır. Ancak bu durum tam bir depolitizasyondur. Yeşil tüketicilik, kollektif eylemin zıddı olan bir bireycilik şeklidir. Hiç bir politik sorun alışveriş ederek çözülemez." Araştırmacı, aktivist, akademisyen George Monbiot (24.07.2007, Guardian)
İnsan, zekası gereği hayat boyu yorumlar. Yapabilme gücünün sınırları, gerçekliğin ne kadar bükülebileceğinin de sınırıdır. Bu sebeple, verilen her karar, sonuçları hesaplanmış dahi olsa bir yanılsamadır. Doğru olan gerçek kılmak ve bu karar doğrultusunda eyleme geçmek, çıkarlar dengesi, kişinin o dengenin neresinde bulunduğu ve daha önce başından neler geçtiğiyle bağlantılı, sapmaların kaçınılmaz olduğu bir oyundur.
Tabii her yanılsama “yanlış” olmak durumunda değildir. Harekete geçmek, hemen her zaman bir şeylerin başka türlü olmasını sağlamak üzere çıkılmış bir yoldur. Eğer hareket ediyorsanız işlevsel olan, sorunun beslendiği kaynakları keserek yapının değiştirilmesidir. Lakin bütünün değiştirilmesi genellikle mümkün olmadığından, daha doğru, daha işlevli, daha güçlü gibi çeşitli görecelilik sıfatları içinden meşrebe göre seçim yapmak mümkündür. İstisnasız tüm insanlar, kimi dengeler arasında yaptıkları ince hesapların ardından seçimler yaparlar. Aynı yöntemi seçenlerin sayısı arttıkça, yanılsama gerçeklik halini almaya başlar. Yani sizin inançlarınızı paylaşan insanların sayısı görüşlerinizin olası gerçeklik olarak kabul edilmesinin temel kıstasıdır. “Gerçeğin” ne olacağına insanlar birbirlerine bakarak, yani kendilerini diğerlerine göre konumlandırarak karar verirler.
Epey bir zamandır (bildiğimiz bütün tarih?) dünyada bir kaynak dağılımı problemi olduğu kesin. Bazılarımız hem doğal hem de sosyal kaynaklardan fazlaca faydalanabilirken, çoğumuz fena halde zorlanıyoruz. Zorlananların sayısı, zorlamanın gücü ve etkilediği bölgenin politikadaki yerine göre çeşitli sonuçlar her gün pek çok insanın hayatını değiştiriyor.
Bu eşitsizlik herkesin üzerinde uzlaştığı bir gerçek. Ancak denklemin neresinde olduğunuz gerçekliğinizin ne olacağını da belirliyor. Hali vakti yerinde olan insanlar, dünyanın dört bir yanında yaşanan açlık, vahşet ve doğal felaketi “yardımlaşa” çözüyorlar. Bilinen ilk sivil hareketlerin pek çoğunun kaynağı konumundaki “sahip olanın malının bir miktarını olmayana vermesi” üzerine kurulu sosyal bir yastık olarak pek çok sorunun üstesinden gelmek üzere hala sıkça kullanılan sihirli bir değnek. Yardım edenin, bahşettiği miktarı sübvanse etme zamanı muhtemelen “ihtiyaç sahibinin” yardımdan önceki haline dönmesinden biraz daha kısadır.
Örneğin son bir kaç yıl içinde gündemin temel maddelerinden biri haline gelen iklim değişikliği “yeni yeşil hayat biçimlerinin” türemesi sonucunu doğurdu. Teşhis; iklim değişikliği sorununun bir tüketim kültürü toplumu sorunu olduğu gerçeği üzerinden konuldu. Refah düzeyi yüksek ülkelerin orta sınıfları, ampullerini değiştirdi, organik gıdalar tüketmeye, tekrar pamuklu giymeye, salonda turşu kurmaya, sabahları erken kalkıp ekmek yapmaya başladılar. Bireyin kendini daha iyi bir insan olarak var etme çabasının bir parçası olarak tüm bu davranış değişikliği çabalarının saygın olduğu bir gerçeklik. Ancak tüketimin sentetik kumaşlardan pamuklulara kayması, turşunun fabrikadan değil özenle hazırlanmış turşu kavanozlarından çıkması, çabayı gösteren kişinin daha sağlıklı yaşamasından öte bir işlev taşımayacaktır. Termik santrallerin ürettiği elektrikle üretilmiş onlarca düşük enerjili elektronik aygıt ve beyaz eşyanın doldurduğu evlerin önünde markete gitmeye hazır arabalar beklediği sürece iklim değişikliği yavaşlamayacak. Düşük enerji tüketimli ürünler, yerel gıdalar, taze süt enerji kaynaklarını değiştirmek için gerekli politikaların oluşturulmasını sağlamaz. Tüketimin daha az kimyasal süreçten geçmiş ürünleri tercih ederek gerçekleştirilmiş olması tüketenin vicdan sorunu dışında hiç bir derde çare olamaz.
Akademisyenlik, yazarlık ve aktivistliği birarada götüren Guardian yazarı George Monbiot bu tip iyi niyetli çabalara örnek olarak çevre duyarlılığıyla tanınan İngiliz milyoner Zac Goldsmith’in eşi Şeherzade Goldsmith’in yeni kitabından bahsediyor.
Şeherzade Goldsmith, “daha iyi ve daha yeşil” yaşamak üzere ciddi çaba gösteren, konuya dair literatüre de hakim bir insan. Kitabında “doğanın verdikleriyle yetinmeyi” öğretiyor. Devamını Monbiot’dan okuyalım:
“Bu iş gayet kolay: kendi ekmeğini, tereyağını, peynirini, reçelini, soslarını ve turşularını üretmeli, bir süt ineği ve bir kaç tavuk almalı, minik bir bahçe ve meyve ağaçları edinmelisiniz. Eh, daha ne bekliyorsunuz?
Kitapta gerçekten de mütevazi, düzgün ve bilgiyle donanarak yaşamaya dair pek çok faydalı tavsiye de yer alıyor. Ancak politikaları değiştirmek için gerekli kampanyacılık bilgilerinden tek satır söz edilmiyor: Gezegeni kendi mutfağınızda kurtarıyosunuz. Tabii yeteri kadar araziniz ve bolca zamanınız varsa. Bu kitabu bir tren yolculuğu sırasında okuyordum. Yanımdaki adam göz atmak üzere kitabı rica etti. Şöyle bir baktıktan sonra da geri verip, beş kelimede özetledi: “Bunlar çalışmak zorunda olmayanlar için harika”.
Geçtiğimiz günlerde yedi kentte gerçekleşen “küresel eylem” Live Earth konserlerini aynı mantığın toplumsal uzantıları olarak görmek mümkün. Tabii bir kaç küçük fark dışında.. Ancak Live Earth ve söylemini oluşturan parçaları anlayabilmek için bu konserin öncüllerine bakmak çok faydalı olacaktır.
Bu tip küresel konserlerin, ilk ünlü olanı Live Aid (Canlı Yardım) idi. Muhalif müziğin kitleleri harekete geçirmek için ciddi bir silah olarak kullanıldığı 70’lerin rock gruplarının, “olgunlaşarak” sektöre yeni alanlar açtığı, Thatcher-Reagan tipi sağ politikalar ve kâr hırsının öne çıktığı bir dünyanın vicdanı olarak ortaya çıkan Live Aid ve We are the World işleri Afrika’da kitlesel ölümlere yol açan ağır kuraklığın etkilerini bir nebze hafifletmeyi amaçlıyordu. Hedef dünyanın tadını çıkaran bireylerin vicdanlarına seslenerek, ellerindekinin birazını Afrika’da kırılan milyonlarla “paylaşmaktı”. 1985’te gerçekleşen bu konserlere 2007 yılından baktığımız zaman ilk gözümüze çarpan, Afrika’da açlıktan ölen milyonların yerli yerinde olduğudur. Yardım etmeyi amaçlayan bu tip sosyal hareketlerin hepsi gibi, sorunun etkilerini hafifletmeyi amaçlayan konserler, gerçekten de milyonlarca insanın katılmasına, bölgeye bir süre için yiyecek gelmesine yol açtı. Kişilerin “gönlüne” seslenen bu tip konserlerin ortak özelliği sorunu belirli bir “çerçeve” içinde ele almalarıdır. Örneğin konu kıtlık ya da iklim değişikliği olabilir. Konseri düzenleyenler sadece sorunun bizati kendisine “odaklanırlar”. Tüketim kültürü, savaşlar, yaşam biçimimizin eko sistem üzerine etkileri, sömürü, insanların toptan gasp edilen hakları ve en nihayetinde kapitalist sistemin “sorunla” bağlantısı asla konu değillerdir. Bob Geldof’la Migde Ure’nin ortak projesi olan Live Aid onlarca müzisyeni bir araya toplamış, Michael Jakson’ın We Are The World’ü ise ABD’de onlarca şarkıcı tarafından seslendirilmiştir. Bütün bu ün, reklam, iyi bir amaca hizmet için ortak hareket ve tabii “gerçekçi perspektif” medyanın tam desteği için yeterli olmuş. Benim kuşağımdan olanların gayet iyi hatırlayacağı fitre/zekat zarflarının yanında o yıl pek çok okulda “Afrika’daki açlar için” yardım zarfları gezdirilmiştir.
Live Aid tabi ki yolu açtı. Daha sonraki yıllarda buna benzer birçok etkinlik gerçekleştirildiyse de dünya çapında “ünlü” olan bir başka iş, ancak 20 yıl sonra yapılabildi: Live 8. Bu da yine Afrika içindi. Konserlerin aldığı yol gayet iyiydi. Artık konserleri izleyenler milyarlarla ifade ediliyor, tüm Afrika’nın geleceği üzerine düşünülebiliyordu.
İki konser arasında geçen 20 yıl içinde Afrika’da gerçekleşen gelişmelere ayrıca bakmakta da fayda var. Afrika’da istihdam edilenlerin yüzde 70'i tarım alanında ve çiftçilerin çoğu aşırı derecede yoksul. Yoksulluğun sebeplerinden biri, ABD ve AB ülkelerinden yapılan ihracatla pazarlarına dökülen sübvanse edilmiş ürünlerin yarattığı adaletsiz rekabet. Temelde yatan sorun, küresel ticaret kurallarının zengin ülkeler tarafından belirlenip, uygulanması.
Mesela ABD, Afrika Kıtası için son derece yardımsever politikalar üretiyor. Geçen yıllarda ABD için gıda yardımı nakit para olarak yollayıp, yerel ekonominin gelişmesini sağlamak yerine kendi ürettiklerini yollamaya dönüşmüş durumda. Bu yardımı da aynı zamanda en az ihtiyaç duyulduğu zamanda yapmasıysa piaysanın gereği..
Üstelik belli başlı alıcılar kıtlığın en yoğun olduğu ülkeler değil üstelik. ABD Tarım Bakanlığı’nın açıklamalarına göre, "ABD tarım ürünleri için ticari bir pazar olma potansiyelini gösteren" ülkeler yardımdan pay alabiliyor. Tüketebilme ihtimali olmayanlar yardım/bağış kavramının doğası gereği ölüme terk ediliyor.
Yardım kuruluşu Oxfam, gelişmekte olan ülkelere ABD'nin dünya fiyatlarının altında verdiği buğday miktarının çetelesini tutuyor. Verilere göre, fiyatlar düştüğünde (başka bir deyişle, küresel bir üretim fazlası oldup da malın fiyatı düştüğünde, yani yoksul ülkeler gıdayı daha ucuza alabildiklerinde) "yardım"ın hacmi artıyor. "Sürümden kazanma"nın iyi bir örneği. Yoksullara yardım için oluşturulan program, bir yandan da ülkenin “uluslarası kurallara” göre işlemesini sağlıyor. Yardım eden ülkenin şirketlerinin, yardım ederken tanıdıkları ve uzun yıllardır ticaret yaptıkları pazara hızla ve rakipsiz girmesini sağlıyor olması da yardım sisteminin bir başka sorunu
20 sene sonra yapılan Live 8 konserlerinin amacı G8 liderlerine (biri de ABD) Afrika’nın toplam ekonomik borcunu sıfırlamaları konusunda baskı yapmaktı. Eh, borçları konseri izleyen milyarlar sıfırlayamayacağına göre, izleyenler olarak bize düşen borç verenlere sil demekti. Konserlerin temel taşı olan (sir) Bob Geldof’un, egemenlerin motivasyonunu arttırmak için Live 8 konserleri zamanında “Bush'u yoksullara yardım şampiyonu” ilan etmesi bile gerçekliği değiştiremedi.
Elbette tüm bu işlerin özünde iyi niyet ve güzellik var. Ancak maalesef Live 8, Afrika'nın kaderini insan hakları yerine 8 kazanan ülkenin liderlerinin iyi niyetine güvenerek değiştirme amacı sebebiyle kâr etme üzerine kurulu bir sistemin adaletli olmasını sağlamak için fazlasıyla nahif kalıyor. Üstelik söylemin temel haklar yerine bağış üzerine kurulması sorununa ya da Afrika Kıtası’ndan tek bir grup veya şarkıcının dahi sahne almamasına değinmeye bile gerek yok.
Live 8’in konserle talep ettiği -bütün yapının adil davranmak üzere değişmesi isteğinden- daha ulaşılabilir bir hedefe sahip olduğunu kabul etmemiz gereken Live Earth konserleri dizisiyse, az kalsın İstanbul’da da gerçekleşiyordu. Konseri düzenleyen organizasyon şirketi “Kyoto’nun imzalanmasını talep edecek misiniz?” sorusunun ardından ellerini kaldırıp, amaçlarını şu şekilde açıklıyordu: Devletler ve politikalarıyla ilgilenmiyorlardı. İnsanların bireysel tasarrufa teşvik edilmesini iklim değişikliğini durdurmak için çare olarak gördüklerini söyledi. Biletler ücretli olacak, elde edilecek gelir “çevre örgütlerine” bağışlanacaktı. Hem kâr eden, hem de kâr amacı gütmeyen, tüketimi düşürmeyecek, büyüklerin canını sıkmayacak “iyi” bir işti istedikleri.. Görüşmeye giden Küresel Eylem Grubu aktivistlerinden dayanışmak üzere “eleman” bile talep ettiler. Kyoto Protokolü’nü imzalamamış, kirleticiler listesinde hatırı sayılır bir yere sahip üç ülkeden biri olan Türkiye, (diğerleri ABD VE Avustralya) son derece meşru ve gerekenlerin gerçekleşmesi için ihtiyaç duyulan kamuoyu baskısını sağlamak üzere büyük bir adım atabileceği bir konuda, hayati bir fırsatı elinden böylece kaçırıyordu. Live Earth’ün uluslararası sitesi Chevrolet’in sponsorluğunda iklim değişikliğine karşı yayın yaparken, bir yandan da Al Gore tüm konser boyunca söylenenlerden çok daha anlamlı bir taahhütnameyi imzaya açıyordu. Taahhütname bireyleri termik santrallere, tüketim kültürüne ve pek yakında “başka bir dünya”nın negatif versiyonuyla karşılaşmamızı umursamayan politikacıların alaşağı edilmesi için aktivizme davet ediyordu.
Bu karmaşa, iklim değişikliğini durdurmak üzere dünyanın her köşesinde çalışan on binlerce aktivistin, enerji kaynaklarının değiştirilmesi için gerçekleştirdikleri kampanyalarının anlamını silikleştirirken, bir yandan da toz duman arasından fırlayan inkarcıların seslerini yükseltebilecekleri bir ortam sağladı. Bu noktada, bilinç konserleriyle ilgili temel bir sorundan bahsetmek gerekiyor: Eylemciler bir bilet parası karşılığında konsere girdikleri andan itibaren aktif olma halinin bittiği bir algı, hepsinden ötesinde de toplumsallığın, katkı sağlamanın, tarihî bir anın parçası olmanın hazzı vaad ediliyor. Konuya dair biraz bilginiz varsa bu tip işleri tanımak çok kolay. İlan edilen hedefle, gidilen yön arasında geniş bir yarık hemen kendini belli ediyor. Alanda, statta ya da konser salonunda toplanan insanlar, kitlenin parçası oldukları, yani konsere girdikleri andan itibaren işlevlerini yerine getirmiş oluyorlar. Tabii bileti kapıdan satın alıyorlarsa.. Aksi taktirde aylar öncesinden “işlevlerini” tamamlamış olmaları ihtimali de var. İnsanların birer donör olmaktan öte anlamlarını yitirdikleri, ekonomik güçlerinin cüzi bir kısmını hayır için kullanmaları karşılığı dünyanın daha iyi bir yer olmasına katkı sağladıkları inancını satın aldıkları, bir “sosyal sorumluluklar” silsilesi. “Katkı sağlama” kavramı, fiiliyatın yapısını belirlediği için kilit bir öneme sahip.
Sistemin ürettiği sorunların, eşitsiz kelimesinin açıklamaya yetmediği refah dağılımı adaletsizliğinin öznesi ve üreticisi/yeniden üreticisi konumundaki devletler ve hükümetlerine “sorunu çözmeleri” için destek olmak! Tarih boyu toplumsal değişimin öznesi olmuş halk hareketleri geleneğinin kökünü kurutacak bir mantığı eylemek gerçekten karmaşanın boyutlarını içinden çıkılmaz hale getiriyor.
Piyasanın en önemli gücü olan kendini koşullara göre şekillendirebilmesidir. Bu, çok hızlı bir eleme sürecidir. Adapte olmaksa iş yapmaya devam etmenin tek yoludur. Bu sebeple insanları, tercihlerini, ihtiyaçlarını ve isteklerini takip etmek, gerekli dönüşümlerle sorunsuz işlemeye devam etmek zorunluluktur. İnsanların iyi niyetleri, dünyayı değiştirme istekleri ve düşünceleri, olabildiğince az değiştirilerek “ürünlere” dönüştürülür. Küresel bir felakete yol açan endüstri ve onu böylesine atak çalışmaya zorlayan kapitalizmi eleştirilerin hedefi haline getirmeyecek her söylem, ürün bu amaçla kullanılabilir.
Çözülmesi çok zor bir ikilemle karşı karşıyayız. İnsanların harekete geçmeye karar vermesi için öncelikle sorunu duyabilmelerin sağlamak gerekir. Bu sebeple, ya ana akım medya tarafından kabul edilebilir, kısır bir söylemi benimsemeniz, ya da büyük bir şirketin size biçtiği çerçeve içinde çalışmanız başarı için zorunluluk gibi görünürler. Ancak, böylesine geniş bir etki alanına sahip kampanyalar, para ile/için dönen bir sisteme rağmen başka türlü de gerçekleştirilebilir. Barışarock, dünyadaki onlarca benzeri gibi, Türkiye’de beş parasız da büyük festivaller düzenlenebileceğini kanıtlıyor. Beş yıldır devam eden “Karşı Festival” her yıl daha fazla insanın katıldığı, ırkçılığa, milliyetçiliğe, savaşa, militarizme, homofobiye, cinsiyetçiliğe, nükleere, NATO’ya, İMF’ye, DTÖ’ye, iklim değişikliğine ve bilumum etkilerine karşı mücadeleye devam ediyor. İnsanların kıtalar, bölükler olarak örgütlenmedikleri, müzik dinledikleri, içtikleri, yattıkları, kalktıkları bir şenlik alanı olmasından öte Barışarock’ı bu içeriği anlamlı kılıyor. Burada temel anahtar, Barışarock’ın ne müzisyenlerini ne de aktivistlerini parayla ilişkilendirmiyor olmasıdır. Barışarock’ta, iş içeri girdikten sonra başlar. Bu noktada Barışarock’ı gerçekleştirmek için gereken hareketin temellerinin oluşması gerektiği gerçeğinden de bahsedilmelidir. Bir kurumu, hiyerarşik örgütlenmesi, tanımlı mevkileri olmayan bir yapı olarak binlerce gönüllüyle birlikte muhalif bir kampanya düzenlemek için, savaş karşıtı, iklim değişikliğini durdurmak için çalışan, ırkçılığı afişe eden pek çok kampanyanın aktivistlerinin politik tabanı üzerinde yürümek, politik olarak alanda iş yapan kampanyalardan beslenmek gerekir. Festivali gerçek ve anlamlı kılan hareketle olan ilişkisidir. Aksi taktirde araç olan festivalin amaçlaşması kaçınılmazdır. Barışarock’ı düzenle uyumlu festivallerden de ayıran budur. Barışarock, katılımcılarına kampanyanın yeni başladığını, sistemlerin, yasaların tercihler sonucu olduğunu anlatır. Barışarock, insanları evlerine hapsolmuş birer hücre olmak yerine, hareketin öznesi olan bir aktivist olmak üzere kışkırtır. Beş bin kişiyle başlayıp, yüz bin kişilik bir gürültü topuna dönüşmenin anlamlı yolu da budur.